D İ L VE HUKUK

"Toplu yaşayacaksın; biyolojik, psikolojik yapını buna göre oluşturdum; yaşam düzenini, hayvanlardan ayrımlı olarak içgüdüsel olarak değil, en büyük armağanım olan d i l yeteneğinle konuşarak, düşünerek, düşünceyi işleyerek kendin kuracaksın." İşte, DNA' mızdaki Tanrı buyruğu. Ayrıcalıklı bir yaratık olarak tüm başarılarımızı dilimize borçluyuz; o olmasaydı, bir hayvan türü olurduk. İnsan olmanın ve toplumsal yaşamın temel taşıdır d i l.

İşte insanoğlu, d i l yeteneğini kullanarak; nesneleri, düşünce ve duygularını, kısaca tüm evreni sesle ( yazıyla) adlandırarak, konuşarak (diyaloğ) toplumsal yaşamı oluşturmuştur. Ne var ki, d i l tek başına yaşam düzenini sağlama olanağına sahip değildir.

Toplumsal yaşam insanı, ilişkiler yumağı durumuna getirir; çıkarların karşılaşmasında uyuşmazlık, çatışma olasılığı gündeme gelebilir. İnsanın, başkalarına yararlı olma tutum ve çabaları (özgeçil) yanında, bencil yapısı bir olgudur. Bu olgu; elindeki gücü, başkalarının zararına kullanmayı da olanaklı kılar. Bu nedenle; en ilkel yaşamlarda bile, düzeni sağlayacak kurallara (din, ahlâk, töre, hukuk) gereksinim duyulmuştur.

Toplumsal yaşamı kolaylaştıran ve koruyan bu kuralların içinde en önemlisi hukuktur. Çünkü; o, yalnız yapılması ve yapılmaması gereken eylem ve davranışları gösteren buyurucu kuralları değil; bunların çiğnenmesi durumunda zorlayıcı yaptırımları (ceza ve zorla yerine getirme) da öngörür. Toplumsal düzenin sağlanmasının başka yolu da yoktur. Bu nedenle hukuk, adalete yönelik bir toplumsal yaşam düzeni diye tanımlanır. Görülüyor ki; dil ve hukuk toplumsal yaşam için olmazsa olmaz niteliktedir; ancak hukuku da yaratanın dil olduğunu göz ardı etmeden

Çin düşünürü Konfüçyüz'e sormuşlar: Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydın yapacağın ilk iş ne olurdu? Yanıtı "hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle başlardım" olmuş ve kanıtlarını şöyle açıklamış: Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz; düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gerekenler iyi yapılmaz; ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur; Töre ve kültür bozularsa, adalet yanlış yola sapar, adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen yurttaş, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez; işte bunun içindir ki hiç bir şey dil kadar önemli değildir.

Bilge Konfüçyüz, yerden göğe haklı. Dilin gücünün temelini sözcükler (söz dizimi kuralları da) oluşturur:Sözcükler,ana dilin kendine özgü dünya görüşüne, öz, kök ve ses yapısına uygun değilse kusurlu sayılırlar. Bu durum, çoğunlukla, diğer dillerden doğrudan alıntı ya da yabancı köklerden uydurma sözcüklerde söz konusudur.

Çünkü yabancı katışıklar, dil ile düşünce arasındaki bağı yerine göre ortadan kaldırır, bozar, karartır hiç değilse güçleştirir. Bunun doğal sonucu, düşünerek kavrama ve bilinçlenme yerine ezberleyerek öğrenme güncelleşir. Hafızlama, gereksiz çaba ve zaman yitirme olduğu kadar her alanda gelişmeyi önler ve yanılmaların kaynağı olur. Oysa ana dilimizin sözcükleri az çok saydamdır, onların içini görebilir, örtük de olsa anlayarak düşüncede, iletişimde ve toplumsal ilişkilerde kolaylıklar ve doğruluklar sağlarız.

Dağlarca' nın "ses bayrağım" olarak nitelendirdiği Türkçemiz, Osmanlı' da çeşitli nedenlerle özellikle Arapça ve Farsça sözcüklerin etkisiyle kirlenmiş; halkın anlamadığı Osmanlıca denilen yazı dili ortaya çıkmıştır: Osmanlı' da kadılar , yargılananı konuşulan Türkçe ile sorgular; tutanağını Osmalıca sjzcüklerle, deyimlerle düzenler; kişi yazılanlardan hiç bir şey anlamaz kulluk saygısıyla altına mühürünü ya da imzasını basardı(1).

Dilbilimci Şemşettin Sami Osmanlıcayı; o dönemde: "Türk' e okusak anlamaz, Arap'a okusak anlamaz, Acem'e okusak anlamaz; öyleyse bu dil ne dilidir? diye eleştirmiştir.

İşte kusurlu dile tarihi bir tanık: III Selim; bilgili ve saygın bilim adamı Şanizade Atâullah Efendi'yi sadrazam hakkında dedikodu ettiği suçlamasıyla sürgüne gönderir. Bir süre sonra da bağışlar. Padişah buyruğunu götüren görevli heyacandan şaşırıp "itlakınıza (affınıza) ferman getirdim" diyeceği yerde "itlafınıza (idamınıza) ferman getirdim"deyince Atâullah Efendi kötüleşir ve ölür(2).

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında, Osmanlı' nın dil kalıtını (miras) doğal olarak benimsemek durumunda kalmıştır. Bu nedenle hukuk devrimini gerçekleştiren yasalar, çoğun Osmanlıca sözcük ve terimlerle yazılmıştır. Atatürk' ün başlattığı dil devriminin yerleşmesi, yaygınlaşması uzun süre aldığından dilde arılaşmanın(özleşme) hukuk ve yargıya yansıması kolay olmamıştır:

Türkçe' nin arılaştırılmasındaki gelişmelerden, hukuk dili de önemli ölçüde payını almıştır: Anayasa (teşkilat-ı esasiye), yasa (kanun), tüzük (nizamname), tüzel kişilik (hükmi şahsiyet), yasama (teşri), yürütme (icra), yargı (adalet), kamu (amme), özgürlük (hürriyet), savcı (müddeiumumi), yargıç (hakim) gerekçe (esbab-ı mucibe), yargılama (muhakeme), duruşma (celse), tanık (şahit), bilirkişi (ehlivukuf), sorumluluk (mesuliyet), sözleşme (akit), taşınır (menkul), taşınmaz (gayrımenkul), kovuşturma (takibat), tutuklama (mevkufiyet), mürüruzaman (süreaşımı), tecil (erteleme) gibi yüzlerce yeni sözcük kazanılmıştır.

Ancak: Butlan, gabin, müzayaka, icazet, garameten, müteselsil, müeccel, temerrüt, ariyet, karz, vedia, ıslah, müzahareti adlliye, izalei şüyu, rüşvet, irtikap, zimmet, gasp, suç tasnii, ihkakı hak, emniyeti suistimal, nası izrar, tefhim, iddianeme, gaip, müzekkere, tensip, fezleke gibi Arapça ve Farsça kökenli yüzlerce; norm, replük, düplik, konkardota, bono, çek, çiro, kambiyo, avans, sürastarya, navlun, konşimento, garanti, avarya gibi batı kökenli onlarca süzcük hukuk alanında kullanılmaktadır. Son yıllarda, küreleşmenin etkisiyle, çoğu ekonomi ağırlıklı reel, nominal, repo, factorin, lising, insider, franchising, join venture gibi ingilizce sözcükler de hukukun kapısından girmeye başlamıştır.

Hukukta da, dilde arılaştırmaya karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Bu, dil davasına gönül vermiş hukukçuları yıldırmamalıdır. Aslında bir bölümünü aktardığımız yabancı sözcüklerin çoğunun ya Türkçe karşılığı vardır ya da Türkçe köklerden türetme olanağı söz konusudur. Ancak çoğu tutucular, yabancı sözcüğe Türkçe karşılık bulunduğunda; " efendim... ama... tam karşılığı değil" savunmasını yaparlar. Oysa kökeni ne olursa olsun terimlere ilişkin sözcüklerin çoğunluğu, anlatmak istediği kavramı tam olarak ortaya koyamaz.

Çünkü her hukuk terimin ( diğer alanlarda da) bir sözcük denilen biçimsel yapısı ve bir de bu sözcüğe yüklenen kavramı vardır. Sözcük ana dilimizde olursa, kavramını anlamada sisi dağılır, kolaylık sağlarız. Kavram (gelin de mefhum deyin ) ise, o terimin soyut, genel ve evrensel anlamını ortaya koyar. Bir hukuk kavramının bilgisine, çoğun hukukçu ulaşabilir. Ancak bu kavramı biçimlendiren sözcük; yapı ve ses açısından Türkçe ise hukukçu olmayanda az çok bilgi sahibi olubilir.

Hukuk dilinde temerrüt-mütemerrit sözcükleri çok sık kulanılan terimlerdir; Türkçe karşılığı ise "direnme- direngen" dir. Kişinin istenebilir (muaccel) borcunun ödememekte direnmesi durumunda; ödeme anını ve sorumluluğunu açıklar. Terimin, kavram olarak içeriği ise hukuk bilgisini gerekli kılar.Yoksa ne mütemerrit ne direngen sözcüğü yüklendiği nukuksal kavramı tam olarak açıklayamaz; yerlisi varken yabanı niye kullanalım?

Yargıtay' da, bir kararın denetimini yapıyorduk: Avukat, dava dilekçesindeki anlatımların tersine, sonuçta alacağının davalılardan alınmasını isterken müteselsilen (art arda tam sorumluluk) sözcüğü yerine müştereken (pay oranında ortaklaşa ) sözcüğünü kullanmıştı. Kurul, "hakkı biçimciliğe kurban etmeyelim" karşı oyuma karşın, sözcüğün yanlış kullanmasını bozma nedeni yapmıştı. Avukat, dilimize yabancı müteselsilen ve müştereken sözcüklerini karıştırmakla bir hakkın yitimine neden olmuştu.

Borçlar Yasası' nın 50. maddesinde, birden çok kişinin haksız eyleminden gerçekleşen zararlarda, art arda sorumluları müşevvik (kışkırtan,ayartan), asıl fail (eylemci) ve fer'an methali (ikinci derecede sorumlu, kolaşlaştıran ) olarark belirlemiştir. Onca karşı oylarıma karşın bir haksız eylemi kolaylaştırarak karışan kişiler; Yargıtay kararlarıyla, yasanın buyruğu dışlanarak aklanmışlardır. Okumama, sorgulamama olgusunu eleştirebilirsiniz. Ancak; yasada, Arapça köklerden uydurma Osmanlıca "fer' an methali" yerine kolaylaştıran yazılsaydı yasanın amacı çiğnenir miydi?

Yargı yerlerinde "Adalet mülkün temelidir" baş köşeye oturmuştur. Cumhurbaşkanı Özal, Yargıtay girişinde bu yazıyı okur ve başkanlarla konuşurken: Bu özdeğişi dile getirerek, "sizler ( yargı) yurttaşın malının koruyucusunuz..." gibi bir açıklamada bulunur. Oysa bu özdeğişteki sözcüklerden; Adalet doğruluk, mülk ise devlet gücü anlamındadır; tam çevirisi "devlet (yasama, yargı yürütme) gücünün temeli doğruluk dürüstlüktür"anlamında; gerçi çoğu hukukçu bile bilmez ya! Ne yapalım, dil kusurlu olunca Cumhurbaşkanı bile yanılır.

Yaban dillerinden alınan ya da uydurulan sözcüklerin olumsuzlukları, bu örneklerle sınırlı değildir. Kusurlu dil oluşturan sözcükler yerine, var olan Türkçe karşılıkları kullanılmadığı ve yeni Türkçe karşılıklar üretilmediği sürece; gizil (potansiyel) bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır. Unutmayalım her dil sürekli olarak yeni sözcükler bulmak, üretmek zorundadır. Bu nedenle Atatürk "başka dillerdeki her sözcük için en az bir karşılık bulmalı; onları ortaya atmak gerekir, ulusal zevkimiz hangisini tutar ve kullanırsa onu sözlüğümüze koyarız" demiştir(4).

Türkçe, köklerden yeni sözcükler üretme konusunda çok varsıl (zengin) bir dildir; tarama sözcükler. halk ağızları da güçlü bir kaynak. İşte çok çarpıcı iki örnek: Afyon yöresinde seçim "mazbata"sına geleneksel olarak"buyrultu"diyorlar; mazbata mı buyrultu (yurttaş iradesi) mu anlamlı ve güzel? Burdur' un bazı yörelerinde, evi terk eden eşe karşı açılan boşanma davalarına "döngel davası" dediklerine tanık oldum. Döngel; işte zaman zaman küçük gördüğümüz köylümün dil konusundaki yaratıcı gücü.

Bu bağlamda, özellikle ve öncelikle; bilim adamlarımıza ve yüksek yargı organlarına görev düşmektedir. Arapça , farsça kadar büyük tehlike ingilizce kapımızdan girdi bile:

Hukuk öğrenimine başladığmız yıllarda, çoğu Arapça ve Farsça' dan alınmış ya da üretilmiş Osmanlıca sözcükleri kullanmanın hukukçu için bir ayrıcalık olduğu yaygın bir kanı idi. Hocalarımızın çoğunluğu ya alışkanlıklarının etkisiyle gerekli özeni göstermiyorlar ya da Osmanlıca sözcüklerden oluşan bir hukukçu dilini savunarak tutucu bir yol izliyorlardı.

İdare Hukuku isimli yapıtının önsözünde "gençleri bir takım ağdalı Osmanlıca sözcükleri ve terimleri hiç anlamadan yalan yanlış ezberlemek durumuna sokmamak için kitabı T ü r k ç e y a z d ı m(!)" açıklamasını yapan rahmetli Prof. Dr. Süheyp Derbil gibi az sayıda bilim adamı ise yadırganıyordu.

Ancak günümüze gelindiğinde hukuk öğretisinde eski tutuculuk kalmamıştır. Hukukun da kendi dili olmalıdır boş inancına sahip olanlar varsa da soyları tükenmek üzeredir. Ancak tutunmuşlar kullanılır da; yabancı sözcüklere karşılık bulmada çaba pek gösterilmez. Bilim adamları, yalnız çalışma alanlarının bilgileriyle değil, dil açısından da toplumun önünde gitmek zorundadır. Mal bulmuş Mağribi gibi yabancı sözcüklere yapışmak bilim adımına yakışmaz.

Sıra Yargı' da,ben de içinden geldim ve kendimi de eleştiriyorum; dostlar sakın alınmasın: Üzülerek söylemeliyim ki; Yargıtay, beklenen yüksek özeni göstermediği gibi zaman zaman köstek de olmuştur. Görünen durum, özel çabalardan çok, dildeki arılaşmanın altan gelen yaygın ve doğal etkisinin sonucudur. Örnekleri birlikte değerlendirilerim:

Bir ceza yargıcı, sanığın suçsuzluğunu beraat sözcüğüyle değil
a k l a n m a sözcüyle açıklar.Yargıtay ( 3.CD. 5.3.1968-5295), hukuk diline aykırı bularak, yargıç buyruğundaki aklanmasına sözcüğünü kaldırarak yerine beraat (aslı da beraet) sözcüğünü koyar ve yargıcı eleştirir. Oysa aklanma sözcüğü hem yapısı bakımından açık ve anlamlıdır hem de eskilerde kullanılmış bir sözcük. Beraat sözcüğü ne kadar yerleşik olursa olsun aklanma-nın anlam zenginliğini veremez; çünkü bizden değil.

Dil sevdalısı başka bir yargıç da, yargılama sonunda buyruğunu oluştururken manevi tazminat (Arapça) yerine t i n s e l ö d e n c e sözcüklerini kullanınca; onun da karşısına Yargıtay' ın tutuculuğu çıkar(4.HD). Oysa t i n sözcüğü bu gün bile altaylarda (hakasya-tuva)Türk boylarında kullanılanmakta ruh,can, canlılık anlamına gelmektedir(3). Yüksek yargıçlar, tin sözcüğünün uydurma olmadığını bilselerdi; sanırım, en azından, atalarımızın diline saygı duyarlardı. Bilmemezlik tutuculuğun da kaynağı oldu.

Kırsal kökenli tanıdığım, bir Yargıtay kararının açıklamasını istedi: Kararda alternatif sözcügü geçiyordu, açıklamam bitmeden aldığım" neden s e ç e n e k demezler ki" eleştirisine yanıt veremedim.

TBMM de bulunan , yeni Medeni Kanun Tasarısı dil açısından oldukça başarılı bir çalışma. Kuşkusuz eksik ve eleştirilecek yönleri de var. Türkçe karşılıkları olmasına karşın yabancı onlarca sözcük yine yerinde: Gaip (yitik), fiil (eylem), usul (yöntem), ıspat (kanıtlama)...

Sorgulamadan duramıyorum: Niçin Yurttaşlar Yasası değil de Medeni Kanun? İnandırıcı bir yanıt verileceğini sanmıyorum. "Medeni" sözcüğü Arapça medine (şehir) sözcüğünden türetilmiş; Medeni Kanun şehirlilerin (uygar insanların) yani yurttaşların yasası anlamındadır. Yüzlerce Arapça, Farsca, Osmanlıca sözcüğü atacaksınız "medeni"sözcüğüne gelince sanki Tanrı buyruğu. Kanun-u Esasî bile Anayasa (güzel ve anlamlısı) olmadı m?

Son olarak bir gönül borcu (şükran): Atam; dil devrimin de hukuk devrimin de senin gösterdiğin usun (akıl) ve bilmin aydınlık yolunda; bayrağın yücelerde...
------------
*Yargıtay Onursal Üyesi; cetina@mail.koc.net
1-İ.Sungu,Yeni Osmanlılar ve Tanzimat I.sh: 843.
2-İstanbul Ansiklopedisi,1.Cilt,Atâullah Efendi.
3-A.İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar,1959.sh 213.
4-Atlas Der. Ocak 200,sh.46 Şaman Türkler.

Çetin Aşçıoğlu* 3 Kasım 2001 Cumartesi Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekinde yayınlandı
                        
   

Araştırma

Anasayfa